Pawel Pawlikowski’nin yönetmenliğini
üstlenip Rebecca Lenkiewicz’le birlikte senaryosunu yazdığı bol ödüllü Polonya yapımı Ida, 1960’lı yılların Polonya’sında
çocukluğunu manastırda steril bir ortamda geçirmiş olan Anna’nın, son yeminini
etmeye hazırlanırken manastır tarafından sahip olduğu tek akrabası olan
teyzesinin yanına gönderilmesiyle kökeninin derinliklerine inmesi ve bu zamana
kadar korunan steril dünyasının yapısını bozacak sorgulamalar içine girmesinin
hikayesini çarpıcı bir dil ve etkileyici bir atmosferle gözler önüne seriyor.
Nazi Almanyası’nın işgali altındaki Polonya’da yaşanan Yahudi katliamından hemen hemen yirmi sene sonrasını konu alan Ida, perdesini bir manastırda açıyor. Hayata gözlerini açtığından beri, burada Tanrı’nın ve rahibelerin güvenli kanatları altında geçiren ve son yeminini etmek için gün sayan Anna, hiç ummadığı anda rahibenin ağzından, bulunduğu ana rahmindeki o güven dolu çeperi kıracak sözleri işitir:“Son yeminini etmeden önce hayattaki son akraban olan teyzeni görmeye gidecek ve gerektiği kadar da orada kalacaksın.” Anna, gönülsüz bir yolculuğa çıkar, teyzesiyle ilk tanışması da bunu doğrular nitelikte olur. Anna, kendi muhafazakar ve korumacı yaşamından çok daha farklı bir hayat süren teyzesiyle tanışır ve ondan aslında bu zamana kadar benimsediği kimliğin, ona birileri tarafından verildiğini, aslında Ida adında bir Yahudi olduğunu öğrenir.
Aslında bu hikâye,
Ida’nın doğuş, kendini ve hayatını keşfediş hikâyesi. Soykırıma ve dışlanmaya
uğramış ve bir yere ait olmak için de asimile edilmiş kimliği, bastırılmış ve
teyzesiyle karşılaştığında bununla önce yüzleşemeyip ardından altında ezilmesi
ve ardından keşfetmeye başladığı kadınlığı, teyzesiyle birlikte ailesini bulmak
için çıktığı yolculuğu, metaforik ama bir o kadar da tarihi ve gerçekçi bir dil
ve atmosferle anlatılıyor. Soykırımın ve bunun toplum üzerinde getirdiği adaletsizlik
ve ayrımcılığın izleri, yoğun ve etkileyici bir üslup ve anlatım tarzıyla
izleyenleri etkisi altına alırken oyuncuların duru ve sahici performansları da
bunu destekler nitelikte göz dolduruyor. Özellikle filmde Ida’yı canladıran
Agata Trzebuchowska, filmdeki performansıyla sinema hayatına başarılı bir çıkış
yaparken teyzesi Kızıl Wanda lakaplı bir savcıyı canladıran Agata Kulesza ise,
etnik kimliği ve toplumsal cinsiyeti sebebiyle toplumda maruz kaldığı
ayrımcılıktan ve yaşadığı suçluluk
duygusu ve hayal kırıklığından ötürü büründüğü kırılganlığı ama kendi ayakları
üzerinde durabilmek için de yansıttığı güçlü kadın portresini başarıyla ete
kemiğe büründürüyor.
Ida’nın yüzleştiği
gerçeği ve yaşadığı ama bir yandan da karşı koyduğu değişimi ve teyzesinin
içinde bulunduğu duygusal ve toplumsal çelişkileri, birlikte çıktıkları
yolculuk ekseninde hem gerçekçi hem de metaforik bir şekilde ekrana yansıtan Ida, karakterlere öyle bir hayat veriyor
ki onları çözümlerken toplumu ve içinde bulundukları yer ve zamanı göz önüne
almamak imkânsız hâle geliyor.
Güvende olma,
geçmişin yaşattığı acılarla güvensiz hissetme, bedenini keşfetme, kendi
benliğinde ve geçmişinde hapsolma, bağlarından kopamama, bağlarından özgür
kalmak isteme, yabancılığın getirdiği önyargı ve yadırgama, kader ortaklığının
sağladığı dayanışma gibi kendimizle ve tarihimizle özdeşleştirebileceğimiz konu
ve duyguları Ida ve Wanda çevresinde veren film, kişilerin ve toplumun sahip
olduğu o belirsiz ve dengesiz duyguları yansıtmada başarılı bir yol izleyerek
kısa diyaloglu ama izleyicileri çepeçevre sardığı karanlık ve kasvetli atmosferiyle
etkileyici bir seyirlik vadediyor.
Gizem Aslan
g.aslan91@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.