10 Ekim 2014 Cuma

Ida


Pawel Pawlikowski’nin yönetmenliğini üstlenip Rebecca Lenkiewicz’le birlikte senaryosunu yazdığı bol ödüllü Polonya yapımı Ida, 1960’lı yılların Polonya’sında çocukluğunu manastırda steril bir ortamda geçirmiş olan Anna’nın, son yeminini etmeye hazırlanırken manastır tarafından sahip olduğu tek akrabası olan teyzesinin yanına gönderilmesiyle kökeninin derinliklerine inmesi ve bu zamana kadar korunan steril dünyasının yapısını bozacak sorgulamalar içine girmesinin hikayesini çarpıcı bir dil ve etkileyici bir atmosferle gözler önüne seriyor.

Nazi Almanyası’nın işgali altındaki Polonya’da yaşanan Yahudi katliamından hemen hemen yirmi sene sonrasını konu alan Ida, perdesini bir manastırda açıyor. Hayata gözlerini açtığından beri, burada Tanrı’nın ve rahibelerin güvenli kanatları altında geçiren ve son yeminini etmek için gün sayan Anna, hiç ummadığı anda rahibenin ağzından, bulunduğu ana rahmindeki o güven dolu çeperi kıracak sözleri işitir:“Son yeminini etmeden önce hayattaki son akraban olan teyzeni görmeye gidecek ve gerektiği kadar da orada kalacaksın.” Anna, gönülsüz bir yolculuğa çıkar, teyzesiyle ilk tanışması da bunu doğrular nitelikte olur. Anna, kendi muhafazakar ve korumacı yaşamından çok daha farklı bir hayat süren teyzesiyle tanışır ve ondan aslında bu zamana kadar benimsediği kimliğin, ona birileri tarafından verildiğini, aslında Ida adında bir Yahudi olduğunu öğrenir.

Aslında bu hikâye, Ida’nın doğuş, kendini ve hayatını keşfediş hikâyesi. Soykırıma ve dışlanmaya uğramış ve bir yere ait olmak için de asimile edilmiş kimliği, bastırılmış ve teyzesiyle karşılaştığında bununla önce yüzleşemeyip ardından altında ezilmesi ve ardından keşfetmeye başladığı kadınlığı, teyzesiyle birlikte ailesini bulmak için çıktığı yolculuğu, metaforik ama bir o kadar da tarihi ve gerçekçi bir dil ve atmosferle anlatılıyor. Soykırımın ve bunun toplum üzerinde getirdiği adaletsizlik ve ayrımcılığın izleri, yoğun ve etkileyici bir üslup ve anlatım tarzıyla izleyenleri etkisi altına alırken oyuncuların duru ve sahici performansları da bunu destekler nitelikte göz dolduruyor. Özellikle filmde Ida’yı canladıran Agata Trzebuchowska, filmdeki performansıyla sinema hayatına başarılı bir çıkış yaparken teyzesi Kızıl Wanda lakaplı bir savcıyı canladıran Agata Kulesza ise, etnik kimliği ve toplumsal cinsiyeti sebebiyle toplumda maruz kaldığı ayrımcılıktan ve  yaşadığı suçluluk duygusu ve hayal kırıklığından ötürü büründüğü kırılganlığı ama kendi ayakları üzerinde durabilmek için de yansıttığı güçlü kadın portresini başarıyla ete kemiğe büründürüyor.

Ida’nın yüzleştiği gerçeği ve yaşadığı ama bir yandan da karşı koyduğu değişimi ve teyzesinin içinde bulunduğu duygusal ve toplumsal çelişkileri, birlikte çıktıkları yolculuk ekseninde hem gerçekçi hem de metaforik bir şekilde ekrana yansıtan Ida, karakterlere öyle bir hayat veriyor ki onları çözümlerken toplumu ve içinde bulundukları yer ve zamanı göz önüne almamak imkânsız hâle geliyor.

Güvende olma, geçmişin yaşattığı acılarla güvensiz hissetme, bedenini keşfetme, kendi benliğinde ve geçmişinde hapsolma, bağlarından kopamama, bağlarından özgür kalmak isteme, yabancılığın getirdiği önyargı ve yadırgama, kader ortaklığının sağladığı dayanışma gibi kendimizle ve tarihimizle özdeşleştirebileceğimiz konu ve duyguları Ida ve Wanda çevresinde veren film, kişilerin ve toplumun sahip olduğu o belirsiz ve dengesiz duyguları yansıtmada başarılı bir yol izleyerek kısa diyaloglu ama izleyicileri çepeçevre sardığı karanlık ve kasvetli atmosferiyle etkileyici bir seyirlik vadediyor. 

Gizem Aslan
g.aslan91@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.