Bilimkurgu ile dram öğelerini, distopik/ütopik dünya ve
hikayelerini bir araya getirerek etkileyici bir dil ve üslupta hikayeler
sunmasıyla dikkatleri üzerine çeken senarist ve yönetmen Mike Cahill, 2011
yılında Filmekimi ile salonlarımıza konuk olan ilk uzun metraj sinema filmi Another Earth (Başka bir Dünya)’ün
ardından bu sefer metropol bir şehri fon alarak rasyonellik ve ruhaniyet çelişkisini
ve kesişimini bilime duyulan tutku, birbirine tamamen zıt iki kişiliğin yarım
kalmış aşkı ve geçmişle hesaplaşma konuları eşliğinde masaya yatırıyor.
Ian, insanların gözlerindeki irisin, onların kimlik ve
kişiliklerinin eşsizliğini taşıyan yegane bir organ olduğu yargısından
hareketle insanların gözlerinin fotoğrafını çekmeyi alışkanlık haline getirmiş
bir moleküler biyologtur. Arkadaşıyla katıldığı bir partide de gözlerinden
başka hiçbir şeyi hakkında bilgi sahibi olmadığı bir kadınla tanışır ve o gece
sıradışı geçen bir tanışma ve konuşmalarının ardından birlikte olurlar. Kadının
gözlerinin güzelliğiyle büyülenen Ian, kadının aniden sırra kadem basmasıyla
büyük bir boşluğa düşer. Sofi adındaki bu kadını bulmasının ardından
rasyonellik ve ruhaniyetin hayatında çakışıp zihnini ummadığı bir şekilde
meşgul etmesine ve birbiriyle çelişen bu iki dünyanın hayatındaki kesişiminin,
hayatının bir dönüm noktasını belirlediğine tanık olur. New York’tan
Hindistan’a uzanan, ruh ve zihin gibi iki farklı dünyanın kapılarını aralayan Kök, önce bizi Ian’ın gözünden yedi sene
öncesine götürerek bu iki zıt dünyayı iki farklı karakter ve kimliğin
birbirlerine duyduğu aşk ve tutku paralelinde tartışmaya açıyor ve ardından
ikinci bölüme geçerek din ve ruhaniliğin yaygınlığını koruduğu Hindistan’ın
bilimle verdiği sınavı, Ian’ın geçmişiyle verdiği hesaplaşma paralelinde
beyazperdeye ütopik bir dünya kurgusuyla yansıtıyor. Bir çift gözün, adeta labirentlerle
dolu bir hikayeye açıldığı resmediliyor.
2011 yapımı bir önceki filmi Another Earth’ten benzerliklerin bize göz kırptığı Kök, sıradışı senaryosu, özellikle
Micheal Pitt ve Brit Marling’in gerçekçi ve duru oyunculuk performansları,
etkileyici görüntü yönetmenliği, merak uyandırıcı ve sürükleyici olay örgüsüyle
kuşkusuz bu yılın Filmekimi filmleri arasında dikkat çekici bir yapım olduğunun
hakkını verircesine salonu etkisi altına alırken gerilim dozunu da uygun
mertebede koruyarak konunun ve olay örgüsünün sıradanlaşma tehlikesini etkileyici
bir üslupla bertaraf etmeye çalışıyor. Fakat filmin ilerlerken kullandığı başarılı
üslubun, noktayı koyma konusunda o kadar da vurucu olmadığını söylemek gerek. Karakter
seçiminin son derece alışılmış kalıplardan yaratıldığını, hikayeyi ören unsurların
aslında son derece tanıdık, çoğu kez mercek altına alınan konular olduğunu söyleyebilirim.
Rasyonelliği erkeğin, hayal dünyası ve ruhaniyeti kadının temsil etmesi, tabii
ki de bir tesadüf değil; bu stereotip karakter seçimleri de hikayenin ördüğü
sıradışı ve ütopik dünyaya, seyircinin daha mesafeli kalmasına ve karakterlerin
iyi işlenememesine sebep oluyor. Özellikle Astrid Berges-Frisbey’in
canladırdığı Sofi karakteri, bu kalıplaşmış özelliklerinden ötürü seyircileri
belirli bir taraftan baktıran eril bir bakış açısıyla anlatılmış; bu da Astrid
Berges-Frisbey’in performansına yansıyor. Performansının çok fazla tutuk
kalması, filmin göze çarpan talihsizliklerinden. Filmin kilit karakterlerinden
olan Sofi’ye ulaşamıyor; aksine filmde maruz kaldığı silikleşmeye tanık
oluyoruz.
Micheal Pitt’in Ian’ı, Karayip Korsanları filmiyle Hollywood’a merhaba diyen İspanyol
oyuncu Astrid Berges-Frisbey’in kendi yarattığı ruhani ve fantastik dünyaya
sığınan Sofi’yi, Brit Marling’in Asistan biyolog Karen’ı canlandırdığı, William
Mapother’ın da Darrly Mackenzie isminde küçük bir rolle yer aldığı Kök, ruhanilik, mitoloji, bir
yaratıcının ulu gücüyle bilimin üstünlüğü ve bilginin gücü üzerine verilen
bitmez, tükenmez tartışma ışığında bilim insanlarının bilim ve aklın
üstünlüğünü gözle ilgili çığır açacak bir buluşla tescil etmek için solucanlara
sıfırdan bir göz yaratma peşine düşmüşken hayatlarının yörüngelerini
değiştirecek olaylara tanık olmalarıyla yaşam ve inançlarını tekrar tartışmaya
açmalarını gizemli ve etkileyici bir atmosferde beyaz perdeye taşıyor. Ama bu
gizem ve etkileyiciliğin, alışıldık konu ve kalıplaşmış karakter özellikleri
sebebiyle yer yer hayalkırıklığına dönüştüğünün altını çizmek gerek.
Gizem
Aslan
g.aslan91@hotmail.com
cahill'in yaratmaya çalıştığı bilimkurgu türünü çok seviyorum, olması gerekenden fazlaca durgun ancak farklı açılardan fazlasını vaadediyor.
YanıtlaSil